Medeniyetler İttifakı Ve İspanya'daki Son Heykel

Medeniyetler ittifakının ne olduğunu herkes biliyor diyemeyiz ancak hakkında çok şey duyduk. Bu konuda çok sayıda şüphe ve komplo teorileri mevcut. Aslında haksız da sayılamayacak bir şekilde medeniyetler birbirine güvenme konusunda o kadar da istekli değil. Ancak en azından söylemlere yansıyan amaçlar, dünya barışını sağlamaya yönelik olduğu için, bu ittifakı sağlamaya çabalayanların başka amaçaları var ise bile, bir şekilde medeniyetler ittifakı sağlanmalı. Sağlanmalı ki en azından etnosantrik bir düşünce yapısıyla, farklı medeniyetler daha fazla birbirini ötekileştirmesin, farklılıklar daha kolay kabul edilebilir olsun. Böylelikle farklı medeniyetler birbirine karşı düşmanca davranmaktan ve dünyayı kana boyamaktan kurtulabilir.

Şimdi gelelim heykele. Önce aşağıdaki videoyu seyredin, sonra yazıya devam edelim.



Heykeli gördünüz. Haberde sanki heykeltraşın amacı müslamanları aşağılamak olarak yansıltılıyor. Şimdi kendinizi heykeltraş yerine koyun ve böyle bir heykel yapmak istediğinizi düşünün. Secde eden bir müslümanın heykelin en altında bulunması oldukça akla uygun geliyor. Şekil itibari ile heykelin kaidesi oluyor da denilebilir. Ayrıca amaç eğer bir dini aşağılamak ise, diğer dinler de aşağılanmış oluyor. Heykelin en üstünde bulunan musevinin elinde Kuran var, ve musevi Kuran okuyarak dua ediyor. Ayrıca, hrıstiyanın elinde de tesbih var ve incil yerde duruyor. Yani Kuran yerde değil en yüksekte. Burada heykeltraşın amacı müslümanlara hakaret etmek değil, medeniyetler ittifakının nasıl olması gerektiği hakkındaki algılamasını sanatına yansıtmak.

Ancak musevinin en yüksekte durması nedeni ile, İsrail politikalarını da göz önünde bulundurarak yine çeşitli teoriler üretilebilir. Ancak heykelin yapılış amacı belli. Bir heykel bu kadar amacı çarpıtılarak haber yapılabilirdir. Bu heykel Danimarka'daki karikatürlerden çok farklıdır. Orada resmen diğer dinlerin değerlerine saygısızlık söz konusu iken, burada amaç dinlerin bir arada olabileceğini göstermektir.

Ayrıca secde eden müslümanın en altta oluşunu bir hakaret olarak algılamak yerine, islamın tüm semavi dinlerin temeli oluşunun timsali olarak görmek de mümkün. Ancak haberi yapan dar kafalı zihniyet bunu böyle algılayamaz, algılamayacaktır.

İç Zaman-Dış Zaman

Ne olmalı? Ne zaman olmalı? Kim ya da kimle olmalı? Nerede olmalı? Nasıl olmalı? Bu sorular biraz haberciliğin 5n1k'sı gibi oldu, sadece niçin olmalıyı sormadım. Niçin olmalıyı şimdi açıklayayım.

Niçin olmalı? Çünkü olması sizi mutlu edecektir, olmasını istemektesinizdir. Olması hayalinizdir, umudunuzdur, sizi yaşama bağlayan en kuvvetli bağdır kimi zaman. Kimi zaman da son derecede basit bir şeydir.Niçin olmalıdır? Çünkü siz olunca mutlu olacaksınızdır. Bu nedenle niçin olmalı sorusuna cevap bulduktan sonrası ile ilgileniyorum.

Bazen bir şeyi istersiniz. Bu biri de olabilir, sevdiğiniz biri. Bir şey olsun istersiniz. Ancak olacak olan tam olarak nedir? Hayalinizdeki yer, ve şekil nedir? Ya da kimdir? Bu soruların her biri için bu yazının kareli katları kadar metin yazılabilir. Ancak bir şeyi istiyorsanız, ne olduğunu ya da kim olduğunu, nasıl bir mekanda olması gerektiğini ve nasıl olması gerektiğini tam olarak bilmelisiniz. Bu konularda eksik tanımlamalar tam olarak nasıl bir şey istediğinizi bilmediğiniz gösterir ve sonunda mutluluğunuz geçici olur. Bir süre sonra eksik tanımlama yaptığınız için görmediğiniz detaylarda saklanmış şeytanlar mutluluğunuzu gölgeleyecektir. Belki de yıllar boyu hayal ettiğiniz, peşinden koşup bin bir çileye göğüs gerdiğiniz ve sonunda elde ettiğiniz bir şeyin içinizde oluşturduğu huzur ve mutluluğun semalarına karanlık bulutlar salan Sauron kuleleridir, ayrıntılara saklanan şeytanlar. Bu nedenle dikkatli olunmalı ve isteğiniz her ne ise tam olarak tanımlanmalıdır.

Tanımlanması en zor olan konu zamandır. Ne zaman? İyi de hangi zamana göre? İnsanlar aynı anda iki zaman yaşar. Bunlardan biri evrensel zamandır, evrensel olan, diğerleri ile ortak paylaşılan zaman. Takvimlerdeki zaman. İkincisi iç zamandır. Her insanın iç dünyasının zamanı. O iç dünya ki, diğer insanlarla ortak yaşanılan her şeyi, diğerlerinden biraz farklı yaşatır herkese. Bir sinema salonu hayal edin.Seyirciler bir film seyreder, film bittiğinde ortak dünyada herkes aynı filmi seyrederken, iç dünyasında herkes farklı filmler seyretmiştir. Daha sezgisel, daha duygusal bir dünya. Gönül dünyası belki, belki ruhun dünyası, ama tam olarak etten ve bedenden, yani maddeden bağımsız bir dünya.

Bozuk saatler bile günde iki defa doğru zamanı gösterirken, iç zaman ile evrensel zamanın aynı zamanı göstermesi zordur. Hatta isteğinize göre zorluk derecesi artabilir. Kişiden kişiye zorluk
her konu için farklılaşabilir. Herkesin iç dünyası farklı olduğundan, etkileyen değişkenler de, değişkenlerin etki dereceleri de farklılık gösterir. Ancak bir kişi, diğer tüm sorulara doğru tanımlarla cevap bulduktan sonra, iç ve dış zamanı da çakıştırırsa kusursuz mutluluk için bir fırsat yakalamıştır. Bu nedenle bu iki zamanın çakışması çok önemlidir, ancak kimse farkında değildir.

Doğru dış zamana görece sıklıkla karşılaşılır. Doğru zaman, mekan, kişi ve şartlar sağlanmıştır, doğru dış zamandır, ancak belki iç zamanınız için erkendir ya da geç kalınmıştır. Ya hazır değildir iç dünyanız ya da artık iç dünyanız için bir şey ifade etmemektedir, ya da önemi azalmıştır. Mutluluk eksik olacaktır ki genelde olan budur. Ayaklarınız yerinden kesilmeyecektir. En iyi ihtimalle kısa bir süre diğer dertlerinizi unutturacak kadar mutluluğa kavuşursunuz.

Bu konu burada çok derin açıklanamayacak kadar uzun. Bu nedenle, iç ve dış zamanınızın bol bol çakışmasını dileyerek yazıyı bitiriyorum.

Cennet Nasıl Bir Yer?

Herkes Cennet'e gitmek ister. Tabi iki seçenek olmasının da bunda etkisi büyük, ve diğer seçenek cehennem olduğuna göre, tek istenilebilecek seçenek cennet oluyor. Peki gitmek için pek de çaba sarf etmediğimiz! bu cennet nasıl bir yer?

"Allah’a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Orada onlar için meyvelerin her çeşidi vardır. Rablerinden de bağışlama vardır. Bu cennetliklerin durumu, ateşte temelli kalacak olan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?" (MUHAMMED SURESİ 15. AYET)

Yine Kuran'da pek çok ayette cennet, altından ya da içinde ırmaklar akan, yeşil, gölgeli, yemişlerin kolayca ulaşılabilir olduğu yer olarak tarif edilmekte. "Altından ırmaklar akan" ve "içinden ırmaklar akan" ifadesi pek çok yerde geçmekte.

Buradan anladığımız kadarıyla, cennette bol bol su var. Hatta o kadar çok ki, bataklık bir yer denilebilir. Sütten ırmak ve süzme bal ırmakları konusuna hiç değinmeyeceğim. Özellikle sütü sevmeyen biri olarak, sütten ırmak hiç ilgimi çekmedi. Ancak saf bir doğal ortamda sonsuz bir yaşam, biraz fazla rutin, ve bir süre sonra sıkıcı olmayacak mıdır? Cennet öyle tarif edilmiş ki, sanki gidenler yiyip içmekten başka bir şey yapmayacak sanırsınız. Cennetteki insanlar her halde obez olacak.

Insan merak etmeden duramıyor, cennette de uçaklar, arabalar, internet vs olacak mı diye. Cennette ırmak çoksa rafting için ideal bir yer olmalı.

Cennette bir de uşaklar olacak Kuran'a göre. Gılman adlı? bu uşaklar her daim genç kalacak, genç ve güzel yüzlü erkekler olarak açıklanmış.Huri'nin erkek hali de denilebilir belki. İşleri de, su, şarap vs dolu sürahiler, ibrikler ile dolaşmak ve isteyenin bardağını doldurmak olarak belirtilebilir. Yani susadığınızda en yakındaki gılmana seslenmeniz yeterli olacak. Tam bir tembellik hali, kalkıp alsana be adam, nasıl olsa her yer pınarlar ve ırmaklarla dolu.

Hurilere gelince. İri ve siyah gözlülermiş. Ayrıca rivayete göre tenleri o kadar şeffafmış ki kemiklerini görmek mümkünmüş. Siyah göz sevmiyorsanız, ve kemikleri görülen bir kadın ilginizi çekmez ise, huriler pek de cazip gelmeyebilir. Ayrıca ipek de sevmelisiniz, elbiseler genelde parlak renkli ve ipekten olacakmış. Yok ben pamuklu isterim derseniz, her halde vardır, ancak benim elbisem sentetik olsun isterseniz ne yaparsınız bilemiyorum. Görmeden bir şey demek zor.

Cennet hakkında Kuran'da verilen bilgilere bakarsak, Kuran'ın çöl ikliminde yaşayan arap erkeklerini cezbedebilecek bir cennet tanımladığını söyleyebiliriz. Bitmeyen gölgeler, bol bol su, her zaman taze ve her türlü yemişler... Yani Sibirya steplerinde ya da Alaska'da yaşayan ve sıcak güneşe hasret bir hayat süren insanlara pek de çekici geleceğini söyleyemeyiz bu cennetin.

Dünyanın farklı bölgerinde yaşayan insanlar faklı cennet ve cehennem inanışlarına sahip. İskandinav ülkelerinde yaşayan insanlar cehennemi buzlarla kaplı olarak tanımlarlarken, cenneti güneşin sürekli ısıttığı sıcak bir yer olarak tarif ediyorlar. İncilde cennet öldükten sonra gidilecek yerdir, orada insanlar ihtiyar, güçsüz ve hasta olmazlar. Tevratta cennet hiç yok, öldükten sonra herkes şeol adlı bir yere gidiyor. Budizmde cehennem sıcak ve soğuk iken, cennette üzüntü, keder, acı yok. Cennet yaşamı dünyadakinden farklı. Brahman inancında cehennemde pek çok farklı işkence mekanizması var. En başta ateş olmak üzere, kılıçlara saplanma, yanar fıçılar, dondurucu soğuk gibi. Zerdüştlükte Sırat köprüsüne benzer bir köprü var. Kötüler geçerken köprünün ortası daralıyor ve kötüler aşağıdaki cehenneme düşüyor, iyiler ise karşıdaki cennete ulaşıyor. Şaman Türklerde cennet uçmak, ve cennet hayatı bu dünyadakinin devamı. Ancak genel olarak cennette hastalık, yaşlılık, zayıflık, üzüntü, keder, acı, yaşlılık yok. İnsanlar yorucu işler görmüyorlar. Ha bire yiyip içiyorlar :D Cennette mutlak komünizm var diyebiliriz, en ütopik haliyle.

Gelelim hurilere. Huriler de erkeklere cennete çekmek için konulmuş bir ödül gibi. Bir kadın neden huri istesin ki? İşin açıkçası huri konusu biraz karışık. Ancak arap erkeklerin biraz fazla uçkuruna düşük olduğu sonucuna varabiliriz. O derecede ki, hem çok eşliliğe dünya hayatında da müsade ediliyor, hem de cennette huriler vaat ediliyor. Sadece araplar mı diyebilirsiniz, ancak Kuran'daki cennetin çöl hayatı süren araplara daha çekici gelecek şekilde tanımlandığını gördükten sonra, hurilerin de aynı nedenle vaat edildiğini söylemek çok da yanlış olmayacaktır.

"Onlara, “Dünya’da yapmakta olduklarınızın karşılığında, sıra sıra dizilmiş koltuklara dayanarak afiyetle yiyin için” denir. Biz, onlara, iri gözlü güzel hurileri eş olarak vermişizdir." (Tur suresi 19-20 ayetler)

Peki kadınlar ne verilecek. Sanırım erkekleri rahatsız etmemek için bu konuya değinilmemiş. Ancak biraz olsun eşitlik var ise! onlar için de kemikleri görülebilen nuriler olmalı. Tabi bu benim kişisel düşüncem, olmayabilir de. Tanrı erkeklerin iman ve ibadet etmeleri halinde huriler vereceğini söylemiştir. Yani imana karşılık içinde huriler olan cenneti teklif etmektedir. İman et, cenneti ve hurileri kazan. Olaya ticari olarak da bakabiliriz belki. İman karşılığı cennet ve huriler. Bu durumda huriler pazarlanmış olur ki, bu durumda Tanrı ne oluyor? Tövbe tövbe diyerek devam edelim.

Daha fazla sapıtmadan sonuca gelelim. Cennette bol ve güzel kadınlar, uşaklar, bol bol yiyecek, şarap, süzme bal, süt, ve su akan ırmaklar var. Yeşillik ve gölge bol. Yani saf bir doğal alan bulabilirseniz cennete benzeyen bir yerdesiniz diyebiliriz. Tropik ormanlar gibi biraz belki. ancak nem oranı insanı rahatsız edecek kadar yüksek değildir herhalde. Ancak, böyle bir cennet, sadece cinsel zevkler, ve türlü yiyeceklerle mutlu olamayacak insanlar için biraz yetersiz gelebilir. Cennetin yeşil bahçelerinde yollar olsa ve o yollarda motorsikletimiz ile yol alsak ne güzel olurdu diyorsanız mesela, bu konuda sizin merakınızı giderebilmek mümkün değil? En iyisi siz iyi işler yapın, gidince varsa buna imkan dört köşesiniz, yoksa da, en azından cehennemden yırttınız demektir.

Sözleşemeyen Toplum

Türkiye'de demokrasi tam sindirilemese de genel kabul görmüştür. Binyıllar boyu hakanlara, beylere boyun eğen bir ulusun, keskin bir şekilde demokrasiyi özümsemesinin zorluğu anlaşılabilir. Bununla birlikte itaat kültürünün olumsuz etkileri hala yerini korumaktadır. Toplum yaşamında, özellikle aile içi ilişkilerde varlığını korumuş, toplum yaşamını da etkilemiştir.

Binyıllarca yöneticilerin neyi neden yaptığını düşünmeyen, eleştirmeyen, sadece boyun eğen insanlara bir anda kendini yönet denilmiştir. Değişen yeni düzene ayak uydurmak o kadar da kolay olmadı, hatta hala daha ayak uydurulamadı.

Demokrasiye geçtikten sonra, insanlar kendilerini yönetecek olanları kendileri seçme sorumluluğunun ne kadar büyük bir yük olduğunu anlayamadılar. Hatta boyun eğme kültüründen gelen insanlar, yaşadıkları toplumdan yönetime aday çıkınca, içlerindeki boyun eğme, ya da boyun eğdirme güdülerinin etkisinden kurtulamadılar. Ortaya çıkan tablo devasa sosyolojik bir deney niteliğindeydi. Bu deneyde başarısız olduğumuz söylenemez, ancak çok parlak bir karnemiz olduğunu da söyleyemeyiz.

Yönetime gelen insanlar, daha önce hiç uğraşmadıkları sorunlarla acemice başa çıkmaya çalıştı. Darbeler oldu. Toplum, demokratik tartışmayı, silahlarla, döner bıçaklarıyla, kaldırım taşlarıyla yapmaya kalkıştı. Farklı düşünenlere tahammül neredeyse yoktu.

Partiler çoğaldığında muhalefet gerçek manada kendini olması gerektiği gibi gerçekleştirme fırsatı buldu. Ancak ortaya çıkan sonuç, eleştirmek için eleştirmenin ötesine pek geçemedi. İş bilmez hükümetlerin yönetiminde ülke defalarca bunalıma sürüklendi, sorunlar hem nitelik, hem de nicelik bakımından büyüdü. Muhalefette kalanlar ise sorunların reklamını yaptılar. Tüm sorunları bir çırpıda sıralayıp, hükümeti karalama konusunda uzman siyasetçilerimiz, sorunlara somut akıla uygun hiç bir çözüm üretmediler. Hükümetin çözümlerini haklı haksız eleştirdiler, oysa kendilerinde de çözüm yoktu. Hükümeti karalamak için sarf ettikleri çabanın küçücük bir kısmı kadar bile çözüm aramaya çabalamadılar. Oysa toplum çözüm beklemekteydi. Ancak boyun eğme kültürünün etkisiyle pek de seslerini çıkarmadılar. Yönetimdekiler ise, çözüm yerine laf salatası üretme konusunda uzmanlaşmaya devam ettiler.

"Hükümdar ya da yasacı olsaydım, ne demek gerektiğini söyleyip vaktimi boşuna harcamaz, ya yapacağımı yapar ya da susardım." (Jean-Jacques Rousseau-Toplum Sözleşmesi)

Yeni sistem ülkeye sağlıklı bir şekilde oturtulamayıp, bir de sorunlara etkin çözümler üretmekten başa gelen yöneticiler aciz kalınca, toplumu oluşturan tabakaları bir arada tutan güçler zayıflamaya başladı. Demokrasi kültürü geçmişine uymayan insanlar, kendi gibi düşünenlerle ittifak kurup, farklı olanları ötekileştirme, ya da zorla kendilerine benzetme çabasına girdiler. Sonuç olarak darbelere neden olan toplumsal olaylar, ve halen daha başımızı ağrıtan terör doğdu. Üzülerek söylemek gerek ki, hala daha farklılıkları hoşgöremeyen insanlar bolca bulunmakta.

Halk demokratik sistemlerde, başkasına devredilemez seçme hakkına sahiptir. Bu büyük bir sorumluluk. Sorunları çözecek en yetenekli istekli kişileri seçip sorumluluk vermek. Ancak Türk halkı bu konuda hiç de duyarlı olmadı. Basit kamplaşmalar, kutuplaşmalar sürdü gitti. Futbol takımı taraftarı olur gibi parti taraftarı oldular. Üstelik partilerin siyasi ideoloijileri hakkında da çok şey bilmemekteydiler. Laikliğin ne olduğunu bilmeyen laiklik savunucuları, Atatürkçülüğü bilmeyen Atatürçüler, milliyetçilik nedir sorusuna cevap veremeyecek milliyetçiler, sosyalizm hakkında hiç kitap okumamış sosyalistler birbirine çamur atıp durdular. Yetmedi taş attılar. Yetmedi kurşun sıktılar.

Bugün gelinen noktada, toplumu bir arada tutan yıpranmış güçler zorlanmaya devam etmekte. Ancak şanslıyız, yüzlerce yıl boyunca gelişen, kuvvetlenen bu güçler dayanıklı çıktı. Aksi halde parçalanmanın önüne geçme imkanı olmazdı.

Toplumu oluşturan, farklı inanış ve yaşayış sahibi kesimler, ayrıca dini ve etnik gruplar, bir arada yaşama iradesi göstermelidirler. Birbirlerinin farklılıklarını, haklarını, kabul etmeli, saygı duymalıdırlar. Ancak bizim için bunun pek de geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir. "Üyelerinin her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun" der jean jacques Rousseau Toplum Sözleşmesinde ve ekler, "toplum sözleşmesinin çözüm yolunu bulduğu ana sorun budur." Gerçekten de insan yığınlarını toplum yapan, aralarındaki bir arada yaşama isteğidir. Bu isteği düzenli bir şekilde gerçekleştiren toplumlarda, toplumu oluşturan bireyler arasında adeta bir sözleşme vardır. Bu sözleşme bireylerin toplum içindeki sorumluluklarını belirler. Yazılı olmasına gerek yoktur, birlikteliği sürüdürülebilir kılması yeterlidir.

Ülkemize gelirsek, cumhuriyet tarihi boyunca bir arada yaşama konusunda sözleşemeyen bir toplum olduğumuzu söyleyebiliriz. Bir arada yaşayabilmek için sözleşemedik, sözleşemiyoruz. Bizimki sözleşmeden çok, kavga.

Kapitalizmin İnsanı Sömürmesi Üzerine

Eskiden iyi bir işe girmek için tecrübeye bakılırdı. Tabi bunu rüşvet, devreye hatırı geçen birini koyma gibi, onaylamadığımız ama her nedense fırsatını bulduğumuzda faydalanmaktan da geri kalmadığımız yöntemlerin olmadığını kabul ederek söylüyorum. Evet, eskiden tecrübeli olmak önemliydi. Sonra dünya küreselleşmeye başladı. İşletmeler uluslar arası bir hale geldi ya da kaçınılmaz olarak yabancı ülkelerle ilişki içine girdi. Sonuç olarak ise, işe eleman alırlarken tecrübe yanında yabancı dil de talep etmeye başladılar.

İşletmelerin elemanlarından talepleri büyük bir ivme ile artmaya başladı. Bir dil yetmez oldu, yanında ikinci hatta üçüncü bir yabancı dil bilenler öne geçti. Bilgisayar programları çıktı, programlama dilleri (C, C++, Basic), mesleğe özel bilgisayar programları (Auto-Cad, Logo,Photoshop) gibi konularda uzman olmak gerekti. Sonra özel eğitimler çıktı, uzmanlık sertifikaları peşinde koşulur oldu. Bir alanda uzmanlık yetmedi, iki üç alanda bilgi birikimi istediler. Üniversitelerde yandal ve çift anadal programları ortaya çıktı. Peki neden?

İşletmeler zorlu bir rekabet içine girdiler. Daha yüksek teknolojiye sahip olmak büyük bir avantajdı, ama çok sayıda rakip zaten bu avantaja sahipti. Özellikle üretim maliyeti konusunda, küreselleşen dünyada Çin başta olmak üzere çeşitli ucuz işgücü barındıran ülkeler, işletmeler arasında yine bir denklik sağladı. Sonuçta özellikle imalat alanında üretim maliyetleri üç aşağı beş yukarı denkleşti. Kalite konusunda da rakip işletmeler arasında pek fark yoktu. Oysa fark yaratmak ve pazar payını iyileştirmek gerekmekteydi.

Fark yaratmak için fark yaratacak insanlar gerekmekteydi. Fark yaratacak insanları işletmeler adeta avlar oldu. Daha kaliteli eleman ise, bir konuda uzman olsa da çok konuda birikim sahibi, yaptığı işin önceki ve sonraki aşamaları hakkında çok şey bilen bu sayede de büyük resme bakabilen, geniş düşünen insanlardı. Ayrıca bir konuyu pek çok açıdan değerlendirebilen, hızlı düşünüp, çabuk ve doğru karara ulaşabilen insalardı. Böyle biri haline gelebilmek için insanlar birbiri ile yarışır oldu. Böyle insanlar üretebilmek için ülkeler yarışır oldu.

Sonuçta vasat bir işte çalışıp, geçim derdi içinde vasat bir hayat sürmeyen insanlar, kendilerini geliştirebilmek için okullara, kurslara, özel eğitimlere akın ettiler. En zekiler, en çalışkanlar seçildi, diğerleri sınavlarda elendi.

İnsanların amacı oldukça anlaşılır. Daha iyi bir iş, daha çok itibar, daha çok gelir ve daha huzurlu bir hayat. Ancak yaptıkları, kendilerini parlatıp, paketleyip büyük işletmelere pazarlamaktan daha öte değildir. Tam olarak budur, kendini satmak.

Ancak insanlar okullarda, kurslarda, özel eğitimlerde en değerli zamanlarını, gençliklerini heba ettiler. Okuldan çıkıp, kurslara koşturdular. Geçilmesi gereken sınavlar vardı, öğrenilmesi gereken çok şey vardı, ve öne geçmek gerekliydi, öne geçmeliydi ki, iş görüşmelerinde patronların önüne daha süslü bir paketle kendilerini sunabilsinler.

İnsanlar günlerinin çok az bir kısmını kendilerine, arkadaşlarına, sevdiklerine, ailelerine ayırabilir oldular. Üstelik eğitim hayatı bittiğinde bu çile de bitmiyordu. Patronlar sizin paketinizi beğenmiş ve sizi işe almış olabilirlerdi, ancak hala daha iyi olabilirdiniz. Yoksa yerinize geçmek için can atan binlerce insan vardır. Üstelik kendilerini daha geliştirmek için gece gündüz çalışmaktadırlar. Bu da yetmezmiş gibi, patronlar bir kişiden eskiden on kişiden beklediklerini bekler oldular. İnsanlar kariyer yapacağım, işimde yükseleceğim diye, eve iş taşır oldular. Sonuçta kazanıyorlar, çok para kazanıyorlar. İyice yaşlanıp artık hayattan o kadar zevk alamaz hale gelene kadar, yani emekliliklerine kadar harcayacak, tadını çıkaracak pek de zamanları olmayacak olan paraları kazanıyorlar. İçinde her gün birkaç saat ancak geçirebildikleri pahalı evler, çoğunlukla işe gidip gelirken kullanacakları pahalı arabalar alıyor ve mutlu oluyorlar.

Bu insanların çocukları anne ve babalarından çok bakıcılarının yüzünü görerek büyüyor. Hatta bu insanların azımsanamayacak bir kısmı evliliğe fırsat bulamadan iyice yaşlanıyor. Sonuç mu, başarı dolu ama yaşanmamış bir hayat. Yarış atı gibi en öne geçmek için yırtınarak geçmiş koskoca bir hayat. İnsanı mutlu eden hemen her şeye pek az zaman ayırarak, pek az arkadaşla, kopma noktasına gelmiş, resmileşmiş aile bağlarıyla, ve yalnızlıkla dolu bir hayat.

Bu sistem, yani kapitalizm insanı sömürüyor. Bu bir tür köleleştirmektir. Sizden çalınan zamanlarınızın, aslında paha biçilemez olduğunu ancak yaşlandığımızda, o da belki anlayabileceğiz.

Bu sistemin hiç mi faydası yok. Ellbette var, toplumu daha bilgili, daha bilinçli, daha kaliteli hale getiriyor. İnsan kalitesini yükseltiyor ve ortaya kısacık ömürlerini çar çur eden kaliteli insanlardan oluşan toplumlar çıkıyor.

Şeytan'ın Masumiyeti

Şeytan, insanları cehenneme sürüklemeye çalışan kötü varlık. Cehennem bildiğimiz kadarıyla insanların gitmek istemeyeceği, dünyadaki en dayanılmaz acıları ve en zalim işkenceleri kat be kat aşacak derecede acı dolu bir yer. Böyle kötü bir yere insanları çekmeye çalışan bir varlıktan korkulması ve onun kötü kabul edilmesi de tartışılmayacak bir şey. Ancak Şeytan'ın insanlarla derdi ne?

Adem (a.s) yaratıldığında bildiğimize göre, Tanrı meleklerle birlikte Şeytan'a da Adem'e secde etmesini buyurdu. Ancak Şeytan kibirliydi, karşı geldi, ve lanetlendi. O zamandan beri de insanların düşmanıdır.

Burada kafalarda soru işareti uyandıran bazı noktalar yok mu? Şeytan kendini yaratan mutlak güç sahibi varlığa karşı gelmiştir, üstelik O'na karşı gücünün yetmeyeceğini bile bile. Şeytan gerçekten ya çok aptal olmalı, ya da bu işte başka, bilmediğimiz bir şeyler olmalı.

Tanrı her şeyi yaratan, her şeyi gören, duyan ve bilendir. O'ndan bir şey saklamak, imkansızdır. Kuran'ı Türkçe'sinden okuyan herkes, buna benzer ifadelerin defalarca tekrarlandığını görür. O halde Tanrı Şeytan'a secde etmesini buyurduğunda, Şeytan'ın karşı geleceğini zaten bilmekte olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Çünkü Şeytan'ı yaratan, Şeytan'ın hamurunu karan O'dur. Tanrı yarattığı Şeytan'a ne kadar kibir kattığını zaten biliyordu. Normalden on kat fazla tuz kattığınız çorbadan tatlı olmasını nasıl bekleyemezseniz, Şeytan'ın da kendi kibir sınırlarını aşan bir emre uymasını da o kadar bekleyemezsiniz. Tanrı Şeytan'dan kabullenemeyeceği, kaldıramayacağı bir şey isteyerek, kendisine asi gelmesini sağlamıştır denilebilir.

Bu açıdan bakıldığında Şeytan'ın suçu, kendini yaratan Tanrı'ya bile asi gelmesine neden olabilecek kadar kibirli yaratılmış olmaktır. Şeytan'ın suçu, kendi tahammül sınırlarını aşan bir emri kaldıramamaktır. Şeytan'ın suçu, günahı Şeytan olarak yaratılmış olmaktır. Şeytan yaratılışına uymuştur, ve lanetlenmiştir. Hatta Şeytan, lanetlenmek için yaratılmıştır, lanetlenmek onun yazgısıdır.

İşin çok daha garip bir boyutu daha vardır. Şeytan, her nasılsa Tanrı'ya bir teklif götürür, ve insanları kandırabileceğini, yani insanların gerçekten de ondan daha aşağı bir varlık olduğunu ispatlayacağını iddia eder. İnsanları ve Şeytan'ı yaratan Tanrı'nın, kimi kimden üstün yarattığını bilmemesi mümkün müdür? Eğer şeytan kesin olarak aptal değil ise, insanların Şeytan'dan daha üstün olmaması gerekir. Bu durumda Şeytan'a kendisinden daha düşük yaratılmış varlıklara secde etmesi buyurulmuş demektir.

Sonra Şeytan ve Tanrı bir iddiaya girerler. Şeytan insanları yoldan çıkaracağım derken Tanrı, hayır çıkaramayacaksın der. Yeryüzüne binlerce peygamber geldiğini kabul ettiğimize göre, Şeytan başarısız da sayılamaz. İnsanları defalarca yoldan çıkarmıştır ve Tanrı tekrar insanları yola getirmek için peygamber göndermiştir. Ancak Şeytan o kadar başarılıdır ki, inen peygamberlerin bir kısmı, indirildiği toplumca linç edilmiştir. İslama göre Tanrı en son İsa'yı insanların zulmünden kurtarmıştır. Ancak, günümüz dünyasına, çıkan savaşlara, dökülen kanlara, gazetelerin ikinci sayfa haberlerine, dünyada şeriat adı altında gerçekleştirilen ve insanlığa sığmayan işkencelere (Daha geçenlerde bir Afrika ülkesinde tecavüze uğrayıp hamile kalan bir kadın taşlanarak öldürülmüştür, tecavüzcü de beraat etmiştir, ve bu kararı şeriat mahkemesi vermiştir), dökülen kan ve gözyaşına bakarsak, Şeytan yine kazanmaktadır.

Tanrı'nın insanlar yoldan çıktıkça peygamber göndermesi de bir bakıma hiledir. Tanrı ve Şeytan insanlar üzerinden bir kumar oynamıştır, ve Şeytan kazandıkça Tanrı, peygamberler göndererek hile yapmıştır.

Sınav diye gönderildiğimiz bu dünya hayatı, Şeytan ve Tanrı'nın kumar masasından başka bir şey değildir. Bu dünyada çektiğimiz acılar da, bu oyunun gereğidir. Yani aslında bir oyuncaktan başka bir şey değildir insanlar. Ve bu oyunun oyuncakları olan biz insanlar, Şeytan'dan kat be kat fazla Tanrı'dan korkmalıyız. Çünkü Tanrı Şeytan'ın olabileceğinden çok daha zalim ve kötü olabilir. Unutmayın, Şeytan kendiliğinden var olmadı, ve cehennemi Şeytan yaratmadı. Tanrı Şeytan'ı yaratacak ve bir cehennem inşa edecek kadar zalim ve kötüdür. Tanrı aynı zamanda hiç bir başka varlığın olamayacağı kadar iyi ve merhametlidir de. Kimse onun kadar iyi ve merhametli olamaz, ancak kimse onun kadar kötü ve zalim de olamaz. Tanrı tüm sıfatların limitidir. Ondan ötesi yoktur.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Tanrı bir düzen kurmuş, ve bu düzene göre Şeytan'ın asi olması gerekmiştir. Şeytan bir bakıma isyana bizzat Tanrı tarafından azmettirilmiştir. Aslında, her ne kadar başımızın belası olsa da, her ne kadar düşmanımız olsa da, Şeytan yaratılış amacını gerçekleştirmektedir. O aslında masumdur. Canımızı alan Azrail'e ne kadar nefret besleme hakkımız varsa, Şeytan'a da o kadar nefret besleme hakkımız vardır. Çünkü her iki varlık da, bu açıdan bakıldığında, kendi işlerini yapmaktadır. Yapmak için yaratıldıkları işi yapmaktadırlar. Şeytan, yine bu açıdan bakıldığında, acınası bir varlıktır. O yaratılıştan kaybetmiştir.

Balyoz Üzerine

Pis kokular geleli çok oldu. Bu pis koku bir duman gibi Türkiye'nin üzerini kapladı ve gitmek bilmiyor. Meraklı gözlerle gazete ve televizyonları takip ediyoruz ancak onların da verdiği bilgiler iyice kafa karıştırmaktan öteye gidemiyor. Tam bir kargaşa.

AKP'yi sevmeyebilirsiniz ya da tam bir destekçisi olabilirsiniz. Ancak şu gerçeği herkes kabullenmeli, AKP bu milletin oyları ile gelmiştir, yine bu milletin oyları ile gitmelidir. Darbe söylemleri, hala zihninde darbe olan komutanların varlığı rahatsız edici. Darbe ancak ve ancak son derecede tehlikeli bir noktaya gelindiğinde başvurulması gereken en son seçenek olmalıdır. Kaldı ki AKP hükümetinin icraatlarında darbeyi haklı çıkaracak bir şey bulmak pek de kolay değildir. Belki bazı uygulamalar bazı kesimlerin canını sıkabilir, bazı yapılanlar hoş görülmeyebilir, ancak bu birilerinin zorla yönetime el koymasını gerektirmez.

Türkiye malesef geçmişinde çok darbe gördü. Bu darbelerin gerçekten geçerli nedenlerle mi yapıldığını tartışmayacağım. Ancak yapılan darbelerde amaç aşılmış, aşırı baskı kurulmuş, gereksiz yere can yakılmıştır. Darbe gerekli ise yapılır, ordu yönetime bir süre el koyar, ortalığı yatıştırır, ardından da yeni düzeni yine sivillere bırakır. Yapması gereken yeni düzeni kurulması için sağlıklı ortam hazırlamaktır. Bir generalin zorla Cumhurbaşkanı olması gibi, anayasayı askeri bir yönetimin değiştirmesi gibi uygulamalar kabullenilemez. Geçmişte böyle hatalar yapıldı, bundan ders almamakta direnen her kim olursa olsun, her vatandaşın bunların karşısında durmak boynunun borcudur.

Tehdit edilen irade milletin iradesidir. AKP'yi millet getirmiştir, öğecek olan da sövecek olan da, ödüllendirecek de cezalandıracak da yine millettir. Burada AKP taraftarı olmayan, aksine AKP'yi çağın Türkiye'sine yakıştıramayan, hatta bu milletin neden bu partiye oy vermekte ısrar ettiğini de anlayamayan biri olarak savunmaktayım. Çünkü tehdit edilen sadece AKP değil, aynı zamanda demokrasidir. Askeri zihniyet demokrasiyi hiçbir zaman anlayamayacaktır. Emir komuta zincirinde yetişen zihinlerin bunu anlamasını beklemek de belki doğru değildir.

Herkes haddini bilmelidir. AKP'liler, başta başbakan olmak üzere çoğu zaman haddini aşan hareketlerde bulunmuşlardır. Ancak onlara haddini bildirmek millete düşer. Asker de haddini bilmeli, ve var oluş amacının dışına çıkmamalıdır.

Türkiye karıştı, çürümüş, kokuşmuş, nasıl işlediği tartışılır bir yargı, ne olduğu belli olmayan darbe iddiaları, tek parti iktidarı olmanın verdiği güçle, hele de ikinci defa seçilince, kendini mutlak güç olarak görmeye başlayan bir hükümet, bunlar bu ülkeye yakışmıyor. Bize de sabredip beklemekten başka yapacak bir şey kalmıyor.

Karanlık ve sisli bir yola girdik. Kim dost, kim düşman, kim iyi, kim kötü, kim doğru, kim yanlış seçemiyoruz. Her şey bulanık. Ancak korkmamak gerek, bu ülkenin evlatları, Atatürk'ün mirasına sahip çıkacaktır, ve yeri gelince hesap sormak için muhtaç olduğu kudreti nerede bulacağını da çok iyi bilmektedir.

Bu Millet Bunu Hak Ediyor

Türkiye'de öyle garip şeyler olmakta ki, anlamak için çaba sarf etmek son derecede faydasız kalıyor. Ergenekon, balyoz, suikast girişimleri ve daha pek çok gelişme, düşünen insanların aklını öyle bir karıştırıyor ki, net bir resim görmek imkansız gibi.
Basın yayın kuruluşlarının da yarattığı bilgi kirliliği zaten ne olup bittiğini anlamakta zorlananların işini iyice zorlaştırmakta. Her kafadan bir ses çıkıyor, merak etmiyor musunuz neler oluyor?

Gerçek şu ki, malesef Türk halkı uzun zamandır ne olduğunu anlamaya çalışmayı bir kenara bırakmış, kendi dertlerinin peşine düşmüş ya da düşürülmüş, umursamaz, vurdumduymaz bir tavır içinde. Bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılığımız ağır basıyor. Ancak gelin görün ki, bu ülkede olan her şey bir şekilde bu ülkenin tüm insanlarını etkiliyor. Ancak kimsenin bu durumu düşünecek hali ve vakti yok.

O kadar garip bir millet ki şu Türk milleti, tarif etmek neredeyse imkansız. Dünyanın başka bir yerinde Türk milleti kadar tuhaf bir başka millet yoktur heralde. Bu halktan bir şeyler ummak son derecede faydasız. Oyunu bir kaç torba son derecede düşük kaliteli kömür için satan bir milletten ne beklenebilir ki? Kutsal vatan toprağını korurken şehit olan evlatlarını, teröristlerle bir tutan bir başkanı akışlayan bir milletten ne beklenebilir ki? Oturdukları koltuğun gücünün arkasına sığınıp, o koltuklara onları oylarıyla getiren vatandaşları aşağılayan, bağıran çağıran, azarlayan yöneticilere boyun eğen bir milletten ne beklenebilir ki? Koskoca bir hiç.

AKP'ye yüklenmek kolay. Ancak AKP'liler uzaydan gelmedi, onlar da bu ülkenin evlatları. Onlar da bu toplumda doğup büyüdüler, bu ülkenin hamurunda yoğruldular ve uzun süredir bu ülkeyi yönetiyorlar. AKP'lilerin yaptıklarını beğenmeyenler bu açıdan kendilerini beğenmemektedirler. Bu toplumdan AKP'liler gibi insanlar yönetici olarak çıkıyorlar ise, demek ki bu toplumu oluşturan insanlar ancak onları çıkarabilecek seviyede. Daha iyilerini çıkarmaktan aciz. Türkiye'nin yakın geçmişine bir bakınca, bunun böyle olduğu o kadar açık görünmekte ki, daha fazla söz söylemeye gerek bile duymuyorum. Futbol takımı tutar gibi parti tutan insanların oluşturduğu bir toplumdan adam gibi insaları başlarına geçirmesi beklenemezdi zaten.

Aslında sadece AKP'ye yüklenmek haksızlık. Diğer partiler AKP'den çok mu iyi? Hayır, kesinlikle değiller. Çünkü onlar da bu torakların bağrından çıktılar, hepsinin özünde aynı bozukluk var.

Nereye gidiyor bu ülke, benim ülkem. İnsanın değeri yok, insanın hakkı yok, bağırıp çağırsanız çığlığınıza kulak verecek kimse yok. Ondan sonra soruyorlar "Neden bu ülkenin gençleri yurt dışına gitmeyi bir kurtuluş olarak görüyor?" diye. Sakın sizin yüzünüzden olmasın ey büyükler! Belki bizler, başımızda kendini padişah sanan insanlar görmekten sıkılıyoruz. Belki bizi adam yerine koyacak, değer verecek, gemiciklerini yürütmek için değil, bizim için çalışacak insanlar istiyoruz.

Atatürk'ü ağızlarına sakız edenlere ne demeli. Atatürk'ün ilkelerini anlama kapasitesinden bir milyon ışık yılı uzakta bir beyinle Atatürkçü geçinenlere ne demeli. Halkı fakirlikle boğaz derdine düşürüp, zorbalıkla sindirip, milletin efendisi? olan köylüleri çiğneyip geçenlere sesini çıkarmayanlara ne demeli? Belki evet, ellerine birer mikrofon alıp bağırıp çağırıyorlar. Birbirlerine laf sokuyorlar. Ancak tek amaçları kendi reklamlarını yapmaktır. Reklam yap, göz boya, oyları kap. Bir kaç kutu da üç kuruşluk erzak dağıtırsın olur biter. Sonra kralsın.

Bu millet bunu hak ediyor, kesinlikle daha iyisini değil. Ama bize yazık, tüm bunları görüp de bir şey yapmaya gücü yetmeyen bir avuç çağdaş zihne sahip insana yazık. Gerçekleri görmese de, gerçek resmin karanlığını benliğinde hisseden, içten içe üzülen, kızan, ancak elinden bir şey gelmeyen bir avuç gence yazık.